BARAKA
Gök, altında barınanların izlerini silecek kadar kararmıştı. Koyun sürüsü ve kepeneğinin dev omuzları altında ezildi ezilecek duran cılız çoban karşı dağdan ovaya doğru ilerliyorlardı. Çoban bir ara durdu, bir şey arar gibi ovayı seyretti. Yalnız gözleriyle değil bütün vücuduyla, dümdüz izledi. Ne aradığını bilmiyordu o vakit; dağ, taş, koyunlar bile. Fakat ovanın sessizliğinden olacak pek hayra alamet değildi bu arayış ve ardından gelen çaresiz kabulleniş. Başını eğip mırıldana mırıldana yürümeye devam etti çoban. Arada bir asasını havaya kaldırıyor, hayvanlara çatmadan yere çarpıyordu. Bu, farkına varmışlığın yürüyüşüydü fakat çoban hızlanan adımlarından bir anlam çıkaramadı. Belki bu durumdan kaçmaktaydı belki de onu uzaklara götürmek dürtüsündeydi adımları. Hoş nereden kaçtığı da bilmiyordu ya! Kırk yıldır sürüsünü güttüğü şu ulu dağlardan mı kaçacaktı? Yok. Kaçacak olsa şimdiye dek çoktan kaçmıştı, dört duvar değil ya dümdüz ova! Çoban, yoluna devam ederken barakayı hatırladı. Arayıp bulamadığını…
Çobanın yaşı elliyi aşkındı. Tabii unutuyordu zaman zaman. Doğayla iç içe, son derece sağlıklı bir yaşam sürmüştü doktorlara sorsan. Gel gör ki yarım asırdır sahiplendiği o dağlar da yetmiyordu artık bir şeylerin hatırında kalmasına. Aslında dağlardan da yaşlıydı bu çoban. Dağlardan ulu ve dağlardan yorgun… Sanki tapusunu almıştı Allah’ın ovasının, dağının. Almıştı ama onca senede koyunlardan ve derme çatma bir kulübeden başka tek çöpü olmamıştı dünyada. Bir adı yoktu. Çoban derlerdi yalnız. Adı konmadığından değil kimse sormadığından kabullenmişti isimsizliği, kimsesizlik gibi ona da çabucak alışmıştı. Yıllardır yürüyen bir ademoğluydu işte. Attığı her adım bizzat yaşamış, nefes almış, ovaya karışmıştı. Üstünde durduğu ova, yıllardır soluğunu yitirmemişti. Fakat çoban yürümese de ova yaşardı. Çünkü insanlar ölürdü, ovalar değil. İnsanlar ölürdü, peşlerinde iz bırakarak çoğalan yalnızlıklar değil. İnsanlar ölürdü, doğanın kanunları değil.
Çoban günlerdir, sırtında durduğu dağın ufkundan ovanın çırılçıplak boşluğuna bakıyordu. Sonra dağı aşıp ovaya iniyor, boşluğa biraz daha bakınıyor, bu yaz ovanın ne kadar kurak olduğunu düşünüyordu. Çiçeklerin her geçen yıl çeşitlerini yitirdiklerini, arıların yeteri kadar bal yapamayacaklarını ve balın iyice pahalanacağını düşünüyordu. Çoban, barakayı düşünüyordu. Orak zamanı bitmiş çürük (ağustos) ayı ilkgüze doğru eksilmeye başlamıştı. Ama her yıl kurulan o baraka bu yıl kurulmamıştı. Derin bir iç çekti çoban ve çoktandır kararmış olan göğün altında yürümeye devam etti sürüsüyle. Biraz ilerledikten sonra aşağılardan insan sesleri işitti. Elindeki asayla hayvanları ittirdi, adımlarını sesin geldiği yöne doğru hızlandırdı. Gözlerini iyice kısıp karşısına baktı ve hararetle bir şeylerle uğraşan insanlar gördü. Ovada görmeye alışık olmadığı bir manzaraydı bu. Biraz daha ilerledi ve gördüğünden emin olmaya çalıştı. Baraka! Çoban, aklındaki soruları bir an evvel cevaplamak için neredeyse koşarcasına insanların olduğu yere doğru gidiyordu. Sanki yeniden nefes almaya başlamıştı bir ölü. Ova kayıyordu çobanın adımları altından. Biraz daha yaklaştıktan sonra yavaşladı ve hızlanan nefesini kontrol etmek için birkaç kez derince soluk alıp verdi. Ovanın ortasında bir otomobil (!) ve onu iten insanlar gördü. Şaşkındı. Yanlarına iyice yaklaştı ve bir müddet izledi. Sonra bir çocuk otomobili itmekle meşgul kişilerden birini dürtükleyip
– Anne! Koyunlara bak!
Diye yüksek sesle bağırınca oradaki herkes hep birden çobana ve koyunlara baktı.
Çoban bu kadar gözün, üstelik tanımadığı bu kadar gözün üzerinde olmasına biraz sıkıldı. Bu insanları da gayet iyi durumda olan barakayı da tanımıyordu. Bildiği tek bir şey vardı ki bu insanlar her kimse ovaya ilk kez ayak basıyorlardı. Çoban, zihnindeki dağınık düşüncelerden ve bakakaldığı insan yüzlerinden sıyrılıp konuşmaya başladı:
– Hayırdır, akşam vakti ovada ne işiniz var çoluk çocuk? Çok sesi kaldıramaz buralar hassastır! Herhalde elsiniz.
Sanki evine izinsiz girmişlerdi çobanın. Öyle celalle başlamıştı lafa, bir çırpıda söyleyivermişti söyleyeceğini. Arabanın ön koltuğundan orta yaşlı, saçları hafiften kırlaşmış bir adam geldi:
– Hayırlı akşamlar çoban kardeş. Maşallah maşallah sürün hepimizden iyi duruyor vallahi.
Çoban sustu. Bu insanlar ne çok gülüyor diye geçirdi içinden. Boş bakışlarından bir anlam çıkaramayan orta yaşlı adam sözüne devam etti:
– Yahu sorma başımıza geleni, arabanın aküsü bitmiş saatlerdir uğraşıyoruz. Köye haber saldık, traktör gelecek yardım edecek. Sağ olsun pek yardımsever buraların insanı.
Çoban başta kızmıştı ama adam konuştukça hoşuna gitmeye başladı ovanın sessizliğini bozan bu insanlar. Yeni kurulan barakanın önünde yaşlı bir amca, oyalı türbanlarıyla birbirlerine oldukça benzeyen iki kadın, adam ve üç çocuk vardı. Yan tarafta sekize yakın arı kovanı duruyordu. Çocukların ovada sağa sola koşturuşu, adamın bütün içtenliğiyle başına gelenleri anlatışı yumuşatmıştı çobanı. Çoban tam söze başlayacakken yaşlı amca atıldı:
– Ooo böyle ayaküstü olmaz ki. Çoban kardeşim en iyisi gel bi çayımızı iç yorgunsundur. İsmail, sen de çocukları topla şöyle bir oturalım. Traktör gelince halleder arabayı.
– Yok dayı sağ olasın. Zahmet vermeyeyim. Sürüm bekler saat da pek geç oldu gide..
– Ne zahmeti vallahi bırakmam. Hem bulmuşuz buraların yerlisini daha ne olsun.
Çoban bir şey demeden başını hafifçe yatırarak yaşlı adamın teklifini onayladı ve barakanın ön tarafına bitişik duran tahta divana oturdu. Sürüsü de hemen önünde sağa sola savrulmadan öylece duruyordu. Hava karanlık olduğundan kapı eşiğinde asılı duran el fenerinin ışığı tam da çobanın yüzüne çarpmaktaydı. Hanımlar sıcak çayları doldurdular. Çoban, onu önemseyen bu insanlara karşı biraz mahcup, konuşmaya başladı:
– Hoş gelmişsin dayı. Kimsin, nerelerdensin? Barakanı da kurmuşsun hayırlı olsun.
– Sağ ol kardeş sağ ol. Yirmi beş yıldır arılarla uğraşıyorum. Şehrin köylerine gitmişliğim çok ama buralara yabancıyız. Adına kurban olduğum bu yıl yağmur yüzü göstermedi, her yer kurak. Yukarılar biraz daha iyidir diye bir umut geldim.
– Vallahi çoban kardeş ne dediysek ikna edemedik babamı. Tutturdu gidecem de gidecem, bu halde bırakmaya da gönlümüz razı değil ama kurduk barakasını, kovanları da yerleştirdik hadi hayırlısı, dedi İsmail. Bunun üzerine yaşlı amca hafif sitem ederek her zaman tekrarladığı sözleri sıralamaya başladı.
– Yahu ne varmış halimde. Tabii yaş geçti ama çok şükür elden ayaktan düşmedik. Bir ay kadar burdayım inşallah. Arılar da çiçek görsün bayram etsin, Rabbim rızkımızı artırsın. Sen ne zamandır buralardasın çoban kardeş, koyunların hepsi senin mi maşaallah maşaallah..
– Ben ben olalı buralardayım dayı. Koyunlar var, üç beş geçinip gidiyoruz. Benim olmayan da çok vardı da şimdi elimde kalanlarla uğraşıp duruyorum. Daha aşağıda kulübem var.
Hep bir şeylere kızgın gibi konuşuyordu çoban. Karşısındaki güzel insanlara değil ama geçip giden zamana kızıyordu en çok. Bundandır ki zamana yükseltemediği sesi, bir insanla konuşurken hep daha yüksek çıkıyordu olması gerekenden.
Hanımlar, çocuklar, İsmail… Herkes pür dikkat sohbeti dinliyordu. Çoban, saniyeler arasında ezilen sessizliği fırsat bilip içinde birikenleri dile getirdi:
– Sizden evvel bir baraka daha kurulurdu yukarıda. Sizi görünce o amca bey bu tarafa taşındı sandım. O da yazları gelirdi, arıları vardı.
Bir müddet sustu. Diyeceklerini düşündü ya da düşündüklerini demeye dili varmadı. Sonra aldığı nefesi hiç geri vermemiş gibi sözlerine devam etti:
– Eskilerini bilirim buraların. Önceleri ovada bir yığın baraka kurulurdu. Arılar çiçekleri şenletirdi çiçekler arıları… Öyle zamana çattık ki ne baraka kaldı ne çiçek! O amca da son kıdemli arıcılarındandı ovanın. Bana da yoldaş olmuştu, çok çayını içtim onun da. Pek iyi insandı. Zaman su üstündedir ya hiç durmaz. Ah ah… Sudan giden geri gelmez. Sonra ara ki bulasın…
– Hayrolsun, inşallah hasta neyin değildir?
***
Dağın başında her şeyden habersiz yaşayan çoban, çok iyi bilirdi temelli ayrılığı. Çobanın yas tutması için bir cenaze görmesi gerekmezdi. Ya da bir ölünün ardından ağlaması için dikilecek mezar taşının başında durması… Öldü demezdi kimse ama çoban hissederdi. Yıllar, barakalar, dostlar, insanlar… Terk edilmek alın yazısı mıydı? Hiç tanımadığı bir baraka sahibi bile terk edebilirdi çobanı. Bu kadardı yalnızlığı.
– Dedee! Traktör geliyor, dedi çocuklardan en küçük olanı.
Bu tatlı muhabbet bölündüğü için herkes huzursuzdu fakat saat de epey geçtiğinden kalktılar. Traktör geldi, işini halletti. Sarılıp vedalaşma faslı da bittikten sonra İsmail ve diğerleri ovadan ayrılmak üzre yola koyuldular. Şimdi ovada yalnız baraka, çoban ve yaşlı amca kalmıştı.
Araba, ovanın karanlığını delerek yol almaya devam ederken ardında bir çift nemli göz bıraktı. Yalnızlığa alışmış fakat bırakıp gidilmeye bir türlü alışamamış bir yürek bıraktı. Gözden kayboluncaya dek arkasından sallanan iki nasırlı el bıraktı. Ardında bal bıraktı, arı bıraktı, çiçek bıraktı… Çoban, isimsiz çoban, şimdi daha yakın hissetmişti bu amcayı kendine. Kim yalnızsa onda duruyordu çobanın sahipsiz gönlü. Çok sürmeden bu iki kişilik yalnızlık bozuldu:
– Ben de gideyim dayı, sürü dağıldı dağılacak. Bir şey olursa az aşağıdayım unutmayasın. Hayde sağlıcakla.
– Allah razı olsun çoban kardeşim. Yine beklerim çaya, her zaman kapım açık. Hayırlı akşamlar, Allah’a emanet.
Çoban mırıldana mırıldana yürüdü, kulübesine ulaştı. Koyunları yerlerine yerleştirdikten sonra bir sigara yaktı. Sigarasından henüz birkaç nefes çekmişti ki yağmur başladı. Bu yağmur, yaşlı amcanın duasına hürmeten gelmişti galiba. Uğurlanmamış bir ölünün habersiz tutulan yası da olabilirdi. Rahmetti neticede, çiçeklere iyi gelirdi. Çoban sigarasını söndürdü, gölgesinin dev omuzları olan kepeneği yere bıraktı ve kapıyı kapattı.
Yağmur, sabaha kadar yağdı.
Çok anlatacağı varmış mübareğin.